BATILI KANUNLARIN ALINMASI

Şeriatın hükümleri, İslâm fıkhı bu şekilde bırakılıp yerine Batılı kanunları, Batı fıkhı alındı. Bu kanunların alınması değişik şekillerde olmuştur. Bazıları İslâmî fıkıhta karşılıkları bulunup bulunmadığı dikkate alınmayarak, şeriata uygun olup olmadığı düşünülmeyerek olduğu gibi hükümleri ve lafızlarıyla beraber alınmıştır. Mesela "hadleri" ortadan kaldıran ceza kanunu gibi. Bir kısımları ise İslâm fıkhı dikkate alınarak yalnızca hüküm itibariyle tercüme edilmiştir. Bu gibi kanunlarda İslâm fıkhında her hangi bir hüküm ya da görüş varsa ister bu görüş ya da hüküm müctehid sayılmayacak derecede zayıf veya makbul olmayan bir fakiha aid olsun, bu hüküm fıkıh kitaplarında alimlerin fikirleri arasında mevcutsa, kabul edilmiş aksi takdirde alınmamıştır. Mahkemeler usulü kanunu gibi. Bazıları da hükümleri yalnız şeriattan olmakla beraber meselelerde, bablara ayırmada, teknikte Avrupa kanunlarına takliden yapılmıştır. Fransız medeni kanununu takliden meydana getirilen "mecelle" gibi. Böylece bazı hükümler şeriattan alınmakla beraber hakimlerin hüküm verdikleri kanunlar İslâm Şeriatı değil de Batı kanunları olmuştur.

 

Batı Kanunlarının İthalinde Fetvaların Etkisi

Demokrasi nizamının, İslâm Devleti’ne Anayasa olarak sokulmasını, Batı kanunlarının Hilâfet Devleti’ndeki İslâmî mahkemelerde uygulanmasını mümkün kılan şey, alimlerin, bilhassa Şeyhülislâmın bu kanunların İslâm’a muhalif olmadıklarına, İslâmiyet'in de demokrasi nizamına muhalif olmadığına ve demokrasi dini olduğuna dair verdikleri fetvadır. Şeyhülislâm, Batı kanunlarının alınıp Müslüman mahkemelerinde tatbik edilebileceğine, İslâm’ın buna engel olmadığına dair fetva verdi. Bunun için demokrasi nizamının hükümleri, İslâm Devleti’ne Anayasa olarak kabul edildi. Tatbik edilen hükümler şeriattan başka olmakla beraber devlet Reisi "ismen halife" olarak kaldı, Müslümanların çoğunluğuna göre yönetim nizamı "Hilâfet’ti". İslâm Devleti’nde uygulanan kanunlar Batı kanunları olmakla beraber İslâmi kanunlar olarak itibar ediliyordu. Devlet de, fiilen Batı kanunlarını tatbik etmekle beraber; İslâm, bunların tatbikini kabul ettiğinden (fetva ile), İslâm Devleti'nde kabul edilerek kaldı. Devlet nizamında demokrasinin, mahkemelerde Batı kanunlarının tatbik edilmesi devletin İslâmlığına; İslâm’ın (Şeyhülislâm), bu kanunları almasında mahsur bulmadığından dolayı ise halk nazarında kanunların şer'iliğine dair bir etkide bulunmadı. Aksine Müslümanlar tarafından benimsendi. Hatta bazılarına göre devlette "ıslahat" sayıldı. Hiç bir kimse bu kanunlara kafirlerin kanunları ve hükümleri bakışıyla bakmadı. Aksine herkes memnun kaldı. Ses çıkarmadı. Bunları kötü sayanlar bir şey söylemediler. Halifeye karşı çıkmadılar. Ondan bir şey istemediler. Had'lerin ortadan kaldırıldığını görenler bundan dolayı halifeye kırgınlıklarını belirtemediler. Bu hareketinden vazgeçmesini talep etmediler.

Şeyhülislâmın ve bazı alimlerin demokrasi nizamını ve Batı kanunlarını almanın caiz olduğuna dair verdikleri fetvanın üç sebebi vardır

Birincisi: Bu güne kadar zihinlerde şu yer etmiştir ki: Bir şey İslâm’a muhalif değilse ve hakkında yasaklayıcı bir nass da yoksa onu kabul etmek caizdir. Bunun için şu delili ileri sürerler, Nebi (s.a.v.) Cahiliye akidlerinin halk arasında cari olduğunu gördü. Bunların bir kısmını kabul etti. Kabul etmediklerinden men etti. Böylece kabul ettikleri makbul, kabul etmedikleri kötü addedildi. Bunun gibi, her hangi bir fikir, hüküm veya kanun İslâmiyet'e muhalif değilse ve onun hakkında her hangi bir nehy sadır olmazsa alınabilir, anlayışıdır.

İkincisi: Mubah, mahzurun varlığında mahzur bulunmayan şeydir. Mahzur olan bir şeyin ortadan kalkması o şeyin Mubah olmasının yeter sebebidir. Böylece nehy edilmeyen bir şeyin kabulü mubahtır. Zira şeriat onun hakkında bir şey söylemeyip hükmünü de beyan etmemiştir. Şeriatın, hakkında bir şey söylemediği şey mubahtır. Nebi (s.a.v.)’in şöyle dediği rivayet olunur:

"Allah farzları insanlara farz etmiştir. Onları zayi etmeyiniz. Bazı şeylerden men etmiştir. Onları yapmayın. Tayin ettiği hududu tecavüz etmeyiniz. Bazı şeyleri size acıyarak muaf tutmuştur. Unuttuğundan değil. Bunları deşmeyiniz."

Diğer bir rivayette:

"Sûkut ettiği şeyler, affettiği şeylerdir." Kaynak

Buna göre şeriatın men etmediği şeyler mubahtır. Hakkında bir nass varid olmayan şeriatın sûkut ettiği bir meseledir. Şeriatın sûkut ettiği meseleler mubahtır. 0 halde şeriatta bulunmayan ve hakkında nehiy varid olmayan hükümleri ve kanunları almak mubaha dahildir. Bunda mahzur yoktur. Hakkında nehy sadır olmamıştır. Şeriat bu meselede sûkut etmiştir, anlayışıdır.

Üçüncüsü: Geçmiş günlerde ve zamanımızda halen moda olan mesele şudur. Demokrasi İslâm’da vardır. Zira, meşveret, adalet, müsavat ve hakimiyetin halka bırakılması esaslarına dayanır. İslâm’ın getirdiği şeyler bunlardan başkası değildir. İslâm’da zenginle, fakiri, vazife ile hakkı, vezir ile çobanı bir tutar. İşlerinde şurayı tavsiye eder. En mühim esaslarından biri de marufu emretmek münkerden nehyetmektir. İslâm'daki şura meselesi bu modern asırda Avrupalıların Parlamento dedikleri şeyle düzenlenmiştir. "Marufu emir, münkerden men" de yeni medeniyette basın için tenkit hürriyeti, fertler ve gruplar için telif ve fikir hürriyeti şeklinde tezahür eder. Bu hürriyetler sayesinde herkes beğendiğini över, beğenmediğini tenkit eder. istediğini söyler. Hiçbir kimse; Hükümet, Vali dahi dokunulmaz değildir. Kamuoyu uyanıklığı ve tenkit hürriyetleri onları korkutur, doğru yolda yürümeye mecbur eder. Kur’an'da birbirine hakkı tavsiye etmek denilen şey budur. Binaenaleyh demokrasi İslâmiyet'tendir. Kur’an bunu getirmiş ve Nebi (s.a.v.) bunu emretmiştir, anlayışıdır.

Fetvaların Hatası

Hep bu sebeplerden dolayı demokrasi Anayasasının ve Batı kanunlarının alınmasına dair fetvalar verildi. Devlet, Hilâfet nizamı üzere yürüyen bir İslâmî Devlet; yönetim, İslâmî yönetim tarzı olarak addedildi. Kabul edilen kanunlar da İslâmî kanunlar olarak itibar edildi. Devlette gevşeklik ve doğru yoldan inhiraf, bu sebeplerden dolayı meydana geldi. Çünkü bu üç maddede ileri sürülen meseleler muhtelif sebeplerden dolayı İslâm'ın anlaşılmasında esaslı hatalardır.

Birincisi; "Akaid" ve şer'î hükümlerle alâkalı fikirler ile; fenlere, sanatlara, teknolojik vs. ilimlere ait fikirler arasında fark vardır. İlim ve fenlere ve benzerleriyle alâkalı fikirler İslâm’a muhalif olmadığı zaman alınabilir. Akaid ve şer'î hükümlere ait fikirler ise ancak Rasul (s.a.v.) tarafından getirilen Kitap ve Sünnet’ten veya Kitap ve Sünnet’in gösterdiği kaynaklardan alınır. Bu hususta delil Müslim'in Sahihinde Nebi (s.a.v.) tarafından rivayet ettiği şu hadistir. Rasul (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Ben sizin gibi bir insanım, dinî meselelerde bir şeyi emredersem onu kabul edin, dünyevî işlere ait bir şeyi emredersen ben bir insanım."

Ve hurma aşısına ait varid olan hadîsten şu kısımdır:

"Dünya işlerini siz daha iyi anlarsınız."

Şeriattan yani akaidden ve hükümlerden başka bir mesele, İslâm’a aykırı olmazsa alınabilir. Şeriattan yani Akaid ve şer'î hükümlerden ise ancak Rasul (s.a.v.) tarafından tebliğ edilenler alınır. Başkaları değil. Demokratik hükümler ve kanunlar insanın problemlerini düzeltmek için alınan hükümlerdir. Bu itibarla teşriidir. Bu hususta yani "teşrii" meselelerde başkalarının değil ancak Rasul (s.a.v.) getirmiş olduğu şer'î hükümlerden olan şeyler kabul edilir.

İkincisi; Rasul (s.a.v.), getirmediği şeyleri almaktan bizi sarih bir şekilde men etmiştir. Müslim Aişe (r.anha) dan şu hadîsi rivayet eder: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Kim dinde olmayan bir şeyi dinde icat ederse bu icadı red olunur." Kaynak

Ondan diğer bir rivayet ise:

"Kim dinin ihtiva etmediği bir işi yaparsa onun fiili merduttur." Kaynak

Buharî Ebi Hureyre'den (Radiyallahu anh) o da Nebi (s.a.v.)’den şöyle rivayet eder:

"Ümmetim geçmiş nesillerin benimsediklerini karışı karışına, adımı adımına benimsemeden kıyamet kopmaz." dedi. "Ya Rasulullah İranlılar, Bizanslılar gibi mi?" dendi. O da: "İnsanlardan bunlardan başkasını nasıl kastederdim." dedi. Kaynak

Buhari’nin Ebi Sa'id el- Hudrîden rivayet ettiği, Onunda Nebi (s.a.v.)’den, diğer bir hadîste ise şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz siz öncekilerin takip ettikleri hattı hareketi karışı karışına, arşı arşına takip edeceksiniz. Hatta onlar kertenkele kovuğuna girdiyse siz de gireceksiniz." dedi. Dedim ki; "Ya Rasulullah Yahudiler ve Hıristiyanları mı kastediyorsunuz?" O da; "Başka kim olur?" dedi. Kaynak

Bu nasslar başkalarından bir şeyi almaktan bizi men etmek için sarih delillerdir. Birinci hadîsin her iki rivayetinde "o merduttur" nehy hususunda ve başkalarında bir şeyi almayı kötüleme de sarih delildir. Son iki hadîs ise nehyi içeren hadislerdir. Anayasanın hükümlerini ve kanunları İslâmiyet haricinden almak bu nehye mutabıktır. Zira bunlar İslâm’da olmayan bir şeyi icat etmek, hatta başkalarından almaktır. Çünkü bu hareket Farslar ve Rumlar gibi; İngilizlere, Fransızlara uymaktır. Hususiyetle bunlar Rumlardan sayılırlar. Bunun için onlardan bunları almak haramdır.

Üçüncüsü; Rasul (s.a.v.)’e hakkında vahiy inmemiş bir mesele sorulduğu zaman cevap vermez, Bu husustaki hükmün inzalini beklerdi. İbni Mesud’tan (r.a), Buhari rivayet etti:

"Nebi (s.a.v.)’e "ruh" hakkında soruldu. Ayet ininceye kadar bir şey söylemedi." Kaynak

Buhari, yine Cabir İbni Abdullah'tan rivayet eder:

"Bir defasında hastalandım. Rasul (s.a.v.) Ebu Bekir'le yürüyerek beni ziyarete geldi. Geldiklerinde ben bayılmıştım. Rasul (s.a.v.) abdest alıp suyunu üzerime döktü ayıldım. Ya Rasullullah dedim. Büyük bir ihtimalle Sufyan şöyle dedi: "Ey Rasulullah malım hakkında nasıl bir karar vereyim, malımı ne yapayım" dedim, Miras ayeti ininceye kadar hiç bir şey söylemedi." Kaynak

Bu hadis, hakkında vahiy gelmeyen şeyi almanın caiz olmayacağını gösteriyor. Rasul'ün vahiy gelmedikçe bir şey hakkında fikir beyan etmekten kaçınması, hakkında vahiy gelmeyen hususlarda başka hiç bir şeyin alınamayacağına delildir.

Dördüncüsü; Allah'u Teala, Resul'ünün emrettiklerini kabul etmemizi, men ettiklerinden de kaçınmamızı istiyor. Bize Rasulullah'ın hükmüne baş vurmayı yani onun getirdiklerini almayı Allah'u Teala emrediyor:

"Rasul'ün getirdiklerini kabul edin, men ettiklerinden kaçının." Haşr: 7

Bunun manası Rasul'ün getirmediği şeyleri almayınız demektir. Kavlinin Muhalif mefhumuna gelince:

"Men ettiklerinden kaçının." Haşr: 7 Bu Rasul'ün nehyettiği şeyleri almamızla ilgili değildir. Çünkü umumi metinler İslâm Şeriatı dışında bir şeyi almamızı caiz görmüyor. Allah'u Teala'nın buyurduğu gibi:

"Rabbine yemin olsun ki; onlar aralarındaki anlaşmazlıkta seni hakem tayin etmedikçe hakikaten iman etmezler." Nisa: 65

"Tağutla muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki onlar onu inkar etmekle emredilmişlerdir." Nisa: 60

Rasul (s.a.v.)’in şu sözü:

"İslâm’a uymayan her fiil merduttur."

Bu nasslarla şeriattan başka yerden hiç bir şey almayı caiz görmeyen umumi nasslarla buradaki mefhumu muhalefet kullanılmaz kılınmıştır. Her mefhumu muhalefetin zıddında kitap ve sünnetten bir nass varid olursa o mefhum geçersiz olur. Onunla amel edilmez. Allah'u Teala'nın şu ayetinde olduğu gibi:

"Cariyeleriniz namuslu olmak isterlerse onları fuhşa zorlamayınız." Nur: 33

Bunun mefhumu "onlar namuslu durmak istemezlerse fuhşa zorlayabilirsiniz" demektir. Fakat bu mefhum zinanın haram olduğunu bildiren nassın genelliği ile geçersizdir. Zinanın haram olduğunu gösteren nass şudur:

"Zinaya yaklaşmayınız." İsra: 32

Buna göre yukarıda geçen (Haşr: 7) ayetin manası; "Peygamberin emrettiğini yapmak yasak ettiğini yapmamak ve yalnız bu emir ve nehiylerle kayıtlı olmaktır. Biz Allah'ın helal kıldığından başkasını helal, haram kıldığından başkasını haram kılamayız. Peygamberin getirmediğini almayız, bize haram kılmadığı da haram olamaz." Bir şey hakkında nehy varid olmaması onun alınabileceğine delalet etmez. Bir şey ancak şeriattan alınabilir. Bu Allah'ın haram kılmadığı şeyi haram kılınamayacağını belirtir. Ayetin manası işte budur. Allah (c.c.);

"Allah'ın Rasulü’nün emrine muhalefet edenler kendilerine büyük bir fitnenin ve elemli bir azabın isabet etmesinden korksunlar." Nur: 63 sözündeki ile apaçık bir şekilde umumu kasdettiği bununla ancak onun getirdiğini almanın gerekliliği, ondan başkasıyla amel etmenin günah olup failinin cezalandırılacağını ifade eder.

"Hayır! Rabbine yemin olsun ki; aralarında çıkan anlaşmazlıkta seni hakem tayin edinceye kadar hakikaten iman etmezler." Nisa: 65

Bu ayetteki, işlerinde Rasulden başkasını hakem tayin edenden imanın nefyine, hakemliğin yalnız Rasul'ün getirdiklerine ait olduğuna kati olarak delalet eder. Bundan başka Kur’an Rasul'ün getirdiklerinden başkasını hakem tayin etmek isteyenleri "teşhir" etmiş ve şöyle demişti.

"Sana ve senden evvelkilere indirilenlere îman ettiklerini söyleyip de tağutu aralarında hakem tayin etmek isteyenleri görmüyor musun? Halbuki onlar onu inkar/red etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları çok karanlık sapıklıklara saptırmak istiyor." Nisa: 60

Rasul'ün getirdiklerinden başkasının hakemliğine baş vurmanın sapıklık olduğuna delalet eder. Zira bu tağutun hakemliğini kabul etmek demektir.

Beşincisi; Şer'î hüküm: kulların fiilleriyle ilgili Şari'nin hitabıdır. Müslümanlar hareketlerinde Şari'nin hitabıyla hükmetmekle ve ona göre hareket etmekle mükelleftirler. Herhangi bir hareketlerinde ve tasarruflarında "Şer'i hükme muhalif olmayan bir şeyi kabul etmekle" şer’î hükümden başkasını almış olurlar. Çünkü "şer’î hükmün kendisini" değil, "ona muhalif olmayan" kabul edilmiştir. Bunu kabul ise, şer’î hükmü kabul etmek değildir. Hatta şer’î hükme uygun olan bir şeyi alsa bile "Kitap ve Sünnet’ten başka yerden" aldığı için bu hareketiyle "haram işlemiş" olur. Bu hareketiyle şer’î hükmü değil, fakat şer’î hükümden başkasını ve ona uygun olanı almış olur. Bu, harekette Rasulün getirdiğini değil, başkasını hakem kılmaktır. Şer'î hükme uysa bile. Zira Müslüman başkasını değil, yalnız şer'î hükmü kabulle emredilmiştir. Mesela; "evlenme" şer'an iki Müslüman şahidin huzurunda nikah ve evlenme kelimelerini söyleyerek, icap ve kabulden ibarettir. Farz edelim ki bir erkekle bir kadın Müslüman, kiliseye gitseler; papaz iki Müslüman şahit huzurunda "Hıristiyan nizamına" göre nikah ve evlenme lafızlarını söyletmek şartıyla onların nikahını kıysa şer’î hükme göre mi yoksa başka bir hükme göre mi evlenmiş olurlar? Yani Rasulün getirdiği şeyle mi yoksa nesh olunmuş ve tahrif edilmiş/bozulmuş olan Hıristiyanlık hükümlerine göre mi hareket etmiş olurlar? Mesela bir Hıristiyan ölse onun ailesi, mirası "adil veya faydalı" olduğu için İslâm ahkamına göre paylaşmak isteseler. Bunun için şer’î mahkemeden mirasın hasrına dair bir karar alsalar, İslâmiyet'e göre mi yoksa adil ve faydalı herhangi bir nizama göre mi hükmetmiş olurlar? Şüphe yok ki onlar şer'î hükmü kabul etmiş olmazlar. Zira şer'î hüküm ancak Rasul getirdiği ve Allah'ın emir ve nehiylerinden biri olduğu için benimsenirse o takdirde şer'î hüküm kabul edilmiş olur. Adil veya faydalı olduğundan dolayı bir kabul, şer'î hükmü kabul sayılmaz. Ayet diyor ki:

"Seni hakem kılıncaya kadar..." Nisa: 65

"Rasul size ne verirse alın." Haşr: 7 Yani Rasul'ün getirmiş olması itibariyle alınız diyor. Bu esas üzere alınmazsa şer'î hükme uysun uymasın şer'î hükmü kabul sayılmaz. O kadar ki bizzat şer'î hükmü alsa ve bu alışı Peygamber onu getirdiği için değil de faydalı ve adil olması itibariyle alsa yine şer'î hükmü kabul etmiş olmaz.

Altıncısı; Rasul (a.s.m)'ın, kafirlerin akidlerini ikrar etmesi Rasul olması itibariyledir. Çünkü onun ikrarı, sözü ve fiili gibi teşriîdir. Bu yetki ise başkasına verilmemiştir. Rasulün işlediği, söylediği, ikrarı, teşrî ve vahiydir. Rasulden başkasına ise, teşrî hakkı verilmemiştir. Rasul (s.a.v.)'in kabul ettiği akidler cahiliyye akidleri dahi olsa şer’î hükümlerdir. İbadet dahi olsa onun, o şeyleri ikrarı, Şer'î hükümler olması için kafi delildir. Bunların şer’îliği Rasul (s.a.v.)'in ikrarından çıkarılmış ve bu esasa göre kabul edilmiş olur. Yoksa İslâm’a muhalif olmayan cahiliyye hükümleri olduğundan değil. Sahabe (r.anhm), Rasul (s.a.v.)'in sükütü ile bir şeyin şer’î hüküm olduğunu delil gösterirlerdi. Rivayet olunduğuna göre Nebi (s.a.v.)'in sofrasında kertenkele yenmiş, fakat kendisi yememiştir. Abdullah İbni Abbas, Rasul'ün yememesine rağmen sûkut etmesini kertenkele yemenin mubahlığına delil göstermiştir. Bir çok hadisler vardır ki; Rasul'ün sûkutu ile onların şer'î hükümlerden olduğuna delil olarak gösterilmiştir.

Yedincisi; Mubah, mahzur/yasak olmayan demek değildir. Bir hareketten yasağın kalkması veya onun terk edilmesi şer'an mubah olmasını gerektirmez. Yasağın kalkması bir şeyin serbest olmasını gerektirmez. "Zira bir şeyden nehy etmek aksini emretmek demek değildir." Nitekim bir şeyi emrin, aksinden nehyetmek manasına gelmediği gibi, "Mahzur" bazen "vacip ile" kaldırılır.

"Kabe'ye hac eden kimseye veyahut umre yapana bu tavaflarından dolayı günah icap etmez." Bakara: 158

Hac ve umre maksadıyla Kabe'yi tavaf ise Mubah değil, vacibdir. "Günahın kaldırılması" bazen "ruhsat" manasınadır.

"Namazınızı kısaltmanızdan dolayı üzerinize günah düşmez." Nisa: 101

Burada günahın kaldırılması, mubah manasına değildir. Buna göre "mubah" yasak olmayan demek değildir. Mubah: Şari'nin hitabına dayanan "şer'î bir delilin" karşılıksız olarak bir şeyi yapıp yapmama arasında serbest bırakmasıdır. Buna göre mubah, bir şeyi yapıp yapmama arasında serbest bırakılmasıdır.

Mubah iki şekilde anlaşılır:

a-) Nassda bizzat açıklanmasıyla,

b-) Nassın delâlet ettiği şeyin anlaşılmasıyla.

"Kadınlarınız sizin için bir tarladır, ekininize nereden isterseniz oradan giriniz." Bakara: 223

"İstediğiniz yerden istediğiniz gibi yiyin." Bakara: 35

Bu ayetlerde olduğu gibi, nassta bizzat açıklanmıştır. Veya nassın delalet ettiği şeyden anlaşılmaktadır. Şu ayetlerde olduğu gibi:

"İhramdan çıkınca avlanınız." Maide: 2

"Cuma namazını eda edince dağılınız." Cuma: 10

"Verdiğimiz rızıkların temiz ve helallerinden yiyiniz." Taha: 81

Ayrıca mubah, şer’î hükümlerdendir. Şer'î hüküm de Şari’in kulların fiilleriyle ilgili hitabıdır. Bir şeyin mubah olabilmesi için onun mubah olduğuna delalet eden şer’î bir delilin bulunması mutlaka lazımdır. Buna göre bir şeyin vacip, mendup, haram veya mekruh olduğuna dair şer'î bir delil bulunmaması onun mubah olduğuna delalet etmez. Aksine onun mubah olduğuna dair işitilen bir delilin bulunması gerekir. Fakat şeriat gelmezden önce alış-veriş, kiralama, vs. gibi mubah olup da şeriat geldikten sonra da mubahlıkları devam eden muamelat ve akidler gibi fiil ve eşyanın mubah olması şeriattan önceki şekilde devam etmesinden değil, bunu belirten şer’î bir nass sebebiyledir. Alış-verişin helal olduğunu şer'î bir nass bildirmektedir. Bu nass ise şudur:

"Allah alış-verişi helal, ribayı haram kıldı." Bakara: 275

İcareyi/kiralamayı da Rasul (s.a.v.) tatbik etmiştir. "Ben-i deyiden kendisine yol göstermek için usta bir rehber kiralamıştır." Alış-verişin ve icarın mubahlığı cahiliyyet devrinden beri devam etmesinden değil, şer'î bir nass olduğundan dolayıdır. Şer'î nass, Kur'an ve Rasul’den bir söz olabildiği gibi, Rasul'ün fiil ve sûkutu da olabilir. Cahiliyyet devrinden İslâmiyet'e kadar devam eden ve sonra Müslümanlar tarafından tatbik olunan fiiller, eşyalar, akitler ve muamelat ancak onların kabul edilebileceğine ve Mubah olduğuna dair Kur’an'ın veya Rasul (s.a.v.)'in bir sözü veya onun takriri ve fiili gibi şer’î deliller varid olduğunda olur. Cahiliyyet devrinden beri devam ettiğinden değildir. Hakkında nehiy varid olmasa dahi cahiliyyet devrinden sonra devam eden bir şey hakkında takrirî, fiili ve kavlî bir delil sabit olmazsa buna göre hareket edilemez ve alınamaz. Onu alabilmek için şer'î bir delil aramak gerekir. Buna binaen cahiliye devrinde Mubah olup da mubahlığı sonra da devam eden bir şeyin mubahlığı yine şer’î bir delilden gelmektedir. Şeriat bu hususta sukut etmiştir. Bu sebeple mubahlığı devam etmiştir.

"Şeriatın sûkut edip hakkında bir hüküm beyan etmediği her şey mubahtır" denemez. Zira şeriat ona sûkut etmemiş, onunla ilgili bir delille onun hükmünü beyan etmiştir ve Rasul'ün sûkutu şeriatın bir şey dememesi manasında değil, şeriat tarafından beyandır. Çünkü Rasulün sûkutu, sözü ve fiili Kuran'ı Kerîm gibi şer’î hükmü beyandır. Bir Müslümanın;

"Bu gün dininizi olgunlaştırdım. Size nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’dan razı oldum." Maide: 3

"Sana Kitabı her şeyi beyan eder bir şekilde indirdik." Nahl: 89

Ayetlerini okuduktan sonra; "Şeriat bazı şeyleri sûkut olarak bırakmıştır. Onlar hakkındaki hükmünü beyan etmemiştir." sözü doğru değildir. Müslümanlardan hiç bir kimse Kitap ve Sünnet’ten bir delil gösterilmeyecek veya bir şeyin vacip, mendup, haram, mekruh ve mubah olduğunu sarahaten, delaleten, istinbaten ve kıyaseten şer'î bir nassın getirdiği illetten bir emare ile gösterilemeyecek tarzda mutlak bir şekilde beyan etmediğini söyleme hakkına sahip değildir. Hiç bir Müslümanın bunu benimsemesi doğru değildir. Böylece şeriatın nakıs/noksan olduğunu iddia etmiş olur. Ayrıca şu ayet gereğince şeriattan başkasının hakemliğini mubah kılmış olur:

"Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar seni hakem kılmadıkça iman etmiş olmazlar." Nisa: 65

Şeriat bir hükmü getirmez ve bir Müslüman da şeriattan, getirmediği bir hüküm çıkarırsa şeriatın gariyle hüküm kılmış olur. Bu ise caiz değildir. "Şeriatın bütün hadiselere ait hükümleri getirmediğini" iddia etmek şeriattan başkasını hakem kılmak demektir. "Çünkü bu hadiselerin hükümlerini beyan etmemiştir/açıklamamıştır. Öyleyse şeriattan başka bir yere müracaat zaruridir." şekildeki bir iddia batıldır. "Şeriatın hükümsüz bıraktığı şey mubahtır. Bu işe şeriattan başkasını hakem kılmaktır." şeklindeki sözler geçerli değildir. Zira bu sözler şeriat dışı bir şeyi hakem kılmaktadır. Ayrıca bu sözler vakıaya da muhaliftir. Çünkü şeriat kesinlikle hiç bir şeyi hükümsüz bırakmamıştır.

Nebi (s.a.v.)'in; "Allah bazı şeyleri farz kılmıştır. Onları yerine getirmemezlik yapmayın." şeklindeki hadisinden murad, şeriatın nazil olmayan hususlarını sormanın yasak olduğudur. Bu tıpkı Rasul (s.a.v.)'in şu hadisi gibidir:

"Müslümanlar içinde en büyük günahkar, haram olmayan bir şey hakkında sual sorup da, onun suali sebebiyle o şeyin Müslümanlara haram kılınmasına sebep olan kimsedir." Kaynak

Bu hususta bir çok hadîsler varid olmuştur. Yine Nebi (s.a.v.)’den:

"Benim ettiğim hususları sormayınız. Zira sizden öncekiler, çok sormaları, peygamberleri hususunda ihtilafa düşmeleri sebebiyle helak oldular. Nehyettiğim şeylerden sarfı nazar edin. Emrettiklerimi gücünüz yettiğiniz kadar yapın." Kaynak

Rivayet olunur ki bir gün Resulullah (s.a.v.) şu ayeti okudu:

"İnsanlara Allah için Kabe'ye Hac etmek farzdır." Al-i İmran: 97 Biri; "Ya Rasulullah her sene mi?" diye sordu. O da yüzünü çevirdi. Tekrar, Ya Rasulullah? diye sordu, yine yüzünü çevirdi. Tekrar, Ya Rasulullah? diye sordu. Allah'ın Rasulü (s.a.v.) sonra şöyle dedi: "Ruhum kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki evet deseydim, farz olurdu. Farz olsa idi, siz de yapamazdınız. Yapamayınca da küfre girerdiniz. Sûkut ettiklerimi bana havale ediniz."

"Peygamber bir kısım şeylerden muaf tuttu." Bir rivayette ise "Meskut bıraktıkları muaf olanlardır." şeklindeki kavillerinden murad; Allah sizden bazı şeyleri hafifletti, demektir. Hac meselesi umumî olarak geldiği halde birinin "Her sene mi?" diye hacc meselesinde sorduğu gibi sorup da ağırlaştırmayınız. Allah haccı her sene olacağı yerde size acıyarak ömür boyunca bir defa farz kılmakla hafifletti. Bu hususu sormayınız ve araştırmayınız. "Bazı şeyleri muaf tuttu" kavlinden sonra "O hususu araştırmayınız" kavlinden murad; o vakitte haram kılınmayan bir şeyin niçin haram olmadığını araştırmaktan men etmektir. Yoksa ahkam-ı şeriyyeden bir kısmını beyan etmemiştir, manasına değildir. Zira sözün gelişi Allah'ın onlara merhametini ve onlardan affını beyan ediyor. "Sûkut ettikleri muaftır" şeklindeki diğer rivayet ise yine insanlara haram kılmayıp da niçin hafiflettiğine dair sual sormak ve araştırmaktır. Zira o şeyin "haram olmaması" Allah'ın bir affıdır. Yani "sûkut geçip haram kılmaması, Allah'ın bir affıdır. Sebebini sormayınız demektir." Nitekim şu ayet de bu kabildendir:

"Ey iman edenler bazı şeyler hakkında soru sormayınız. Eğer sûkut geçilen kısımlar açıklanırsa size kötü gelir." Maide: 101

"Allah o şeyleri affetti." Maide: 101

Yani Allah (c.c.), sûkut geçilen kısımları affetti demektir.

 

Demokrasinin İslâm’la Çelişmesi

Sekizincisi; Demokrasi İslâmiyet'le esaslarda ve detaylarda tam bir çelişki/zıtlık halindedir. Bu bir kaç yönden görülür:

1- Demokrasi, hakimiyeti ve her şeyi millete bırakır. Millet her şeyde en yüksek mercidir. Demokrasiye göre millet sultaların/otoritelerin kaynağıdır. Yasama ve yargı, yürütme kuvvetlerin kaynağıdır. Kanunlar yapan, hakimleri ve yöneticileri tayin eden o dur. İslâm ise hakimiyeti millete değil, şeriata vermiştir. Her şey Şeriata bağlı ve o en yüksek mercidir. Sultalara gelince: İslâm yasama sultasını/otoritesini ancak Allah'a tanımıştır. İbadet, muamelat, ukubat vs. de yalnız Allah kanun yapar. İnsanlardan hiç birine bir hüküm dahi koyma hakkı verilmemiştir. Millet yalnız yürütme sultasının kaynağıdır. Yöneticiyi o seçer, tayin eder. Halk sadece yürütme sultasının sahibidir. Yargı yetkisini ise, halife veya onun vekili üzerine alır. Kadıları veya kadıları tayin eden şahsı yalnız halife tayin eder. Millet fert ve grup olarak bir kadı bile tayin etme hakkına sahip değildir. Bu hak halifeye veya vekiline aittir.

2- Demokraside liderlik ferdî değil cemaidir/ kollektiftir. Sulta ferdî değil grupsaldır. Otorite yani yönetim ancak bakanlar kurulunun elindedir. Devlet reisi ister kral, ister cumhurbaşkanı olsun yönetime karışmayan fakat şeklen başkanlık yapan bir kimsedir. Yönetici, otoriteyi kullanan ancak Bakanlar Kuruludur. İslâm’da ise yönetim ferdîdir, grupsal/kollektif değildir. Otorite de kollektif değil ferdîdir. Saîd el- Hudri den rivayet edilen şu hadîste Rasulullah (s.a.v.) şöyle demiştir:

"Üç kişi sefere çıktıklarında birini aralarından emir tayin etsinler." Kaynak

Yine Abdullah İbni Ömer'den Nebi (s.a.v.)'in şöyle dediği rivayet olunur:

"Üç kişi bir kıra çıktılar mı, aralarından birini emir seçmemeleri günahtır."

«Birini» kelimesi ise, "tek" manasınadır. Adede, delalet eder. Yani "bir kişiyi tayin etsinler, fazlasını değil." Bu "içinizden birisi" kelimesinin mefhumu muhalefetinden çıkar. Mefhumu muhalefet ile amel edilir. Delaleti hüccet olması bakımından mantukun delaleti gibi addedilir. Mefhumu muhalefet, ancak hükmünü ilga eden bir nass bulunursa kökünden düşer. Burada ise onun hükmünü ilga eden bir nass gelmemiştir. Bir kişiyi başkan tayin etsinler, fazlasını değil, demekten bu iki hadîsteki mefhumu muhalefet ise birden fazlasını emir tayin edemeyeceklerini belirtir. Bu sebepten ancak bir kişinin başkan olması caizdir. Bu hususu Rasul (s.a.v.)'in hareketleri teyit eder. Çünkü emir tayin ettiği bütün hadiselerde bir kişiden fazlasını seçmemiştir. Bir yerde katiyyen birden fazla kimseyi emir yapmamıştır. Sultayı ancak Devlet Reisi yani halife veya emirül müminin kullanır. Devletin bütün salahiyetleri/yetkileri onda toplanır. Yönetimde ve sultada yetki sahibi yalnız o dur. Hiç bir kimse ona ortak olamaz. O yalnız yönetir. Bunun için İslâm’da başkanlık ve otoriteyi kullanma hakkı ferdîdir.

3- Demokraside devlet, tek müessese/kurum değil, çeşitli kurumlardan oluşmaktadır. Hükümet yürütme kuvvetini temsil eden bir kurumdur. Her sendika, üzerinde bulundurduğu işlerde bir özel otorite ve idare yetkisine sahip kurumdur. Mesela; Baro avukatları, avukatlık yapma veya yapmamaya izin verme işleriyle ve avukatlığın muhakemelerini ilgilendiren işlerle uğraşır. Kurumlar, tabipler, eczacılar, mühendislerin vs. bağlı olduğu odalarda böyledir. Bu sendikalar kendi mevzularında otoriteye adeta bir bakanlık gibi sahiptirler. O kadar ki, bakanlık bile bu mevzuda hiç bir otoriteye sahip değildir. İslâm’da ise aksine "Devlet ve Hükümet" aynı şeydir. Halife sulta sahibi olur. Yani otoriteyi elinde bulunduran mutlak yetki sahibi de odur. Ondan başka hiç bir kimse bir yetkiye sahip değildir. Nitekim Nebi (s.a.v.) şöyle demiştir:

"İmam gözetleyicidir. O da tebaasından mesuldür." Kaynak

"o da" tabiri burada "inhisar edatıdır" ve aynı zamanda "zamiri fasıldır". "O da tebaasından mesuldür" kavli ise mesuliyeti ona hasretmektedir. Bunun için devlette fertler veya gruplar olarak bizzat yetkilere sahip olan halifeden başka otorite ve yönetim sahibi yoktur.

4- Demokraside yapılacak yönetim işleri hususunda halkın fikrinin sorulmasına itibar olunması gereklidir. Yönetici olan şahsın halkın görüşünü veya halk tarafından seçilmiş meclislerin görüşlerini alması gerekir. Bu şahıs milletin müsaadesini ve tasvibini almadan bir şey yapmaya hak kazanamaz. Ve onun isteğine muhalefet edemez. Görüşe baş vurmak demokraside mecburidir. İslâmiyet'te ise halkın reyine baş vurmaya «şura» denir, ki menduptur. Farz değildir. Halifenin, ümmetin görüşüne baş vurması mendup olur, farz değil. Allah şurayı her ne kadar methettiyse de bunu mubah olan meselelerden saymıştır. Bunun mubahlardan başka şeylerde olmaması, vacip olmadığına yeterli delildir. îstişarenin mevzuu mubahlar olduğundan vacip olmamıştır. Bu sebepten halifenin, ümmetin görüşünü alması menduptur. Zira Allah "Şura"yı övmüştür. Ve şura ancak mubah olan şeylerdendir.

5- Demokraside, yasalarda, başka hususlarda ve her şeyde hükümetin, çoğunluğun isteğine göre hareket etmesi gerekir. Şu kadar var ki bazen yarıdan bir fazlasının isteğine göre hareketi zaruri görürler. Bazı durumlarda ise üçte iki çoğunluğu şart koşarlar. Her ne olursa olsun onlara göre her şeyde çoğunluğun görüşüne göre hareket etmek gerekir. İslâm’da ise, her şeyde çoğunluğun görüşü tercih edilmez. Bu konuda bazı tafsilat vermek gerekiyor. Bu tafsilat şu şekildedir:

a-) Şer'î hükümlerde, yani yasalarla ilgili görüşlerde.

Bu hususlarda çoğunluğun veya azınlığın isteğine bakılmaz. Herkesin şer’î delile tabî olması lazımdır. Buna delil; Rasul (s.a.v.)’in Hudeybiye anlaşmasında vahiy tarafından geleni tercih edip Ebu Bekir, Ömer ve diğer Müslümanların fikirlerini terk etmesidir. Bütün muhalefete ve ısrarlarına, hiddet ve hoşnutsuzluklarına rağmen onları vahye uymaya mecbur etti. Onlara şöyle dedi:

"Ben Allah'ın kulu ve Rasulüyüm. O’na kesinlikle muhalefet etmem."

Bu, azınlığın veya çoğunluğun görüşünün değil vahyin tercih edileceğine şer’î delildir. Muhtelif delilerin bulunması halinde en kuvvetlisi tercih edilir. Böylece hüküm delilin kuvvetine binaen, tercih edilerek alınır. Yalnız insanları bir hükme göre harekete mecbur etmek ve o hükmü kanun haline getirmek yalnız halifenin yetkisi altındadır. Çünkü onun hükümleri benimseme hakkı vardır. Sahabelerin; "Belirli hükümleri ancak sultanın benimsemesi, Müslümanların ona itaat edip kendi görüşlerine terk etmesi lazım geldiğine" dair icmaları vardır. Bu hususta meşhur şer’î kaideler şunlardır: "İmanın emri zahiren ve batınen uygulanır." "İmamın emri ihtilafı kaldırır." "Sultan sorunlar kadar hükümler meydana getirir." Şer’î tarifler de şer'î hükümler gibidir. Bunlarda da delil kuvvetine göre tercih edilir. Yalnız halifenin bunlardan birini kabul etme yetkisi vardır. Ve onun görüşü tercihlidir. Ona göre hareket edîlir.

b-) Bir konuda, bir fikre delalet eden görüşten, tek bir amel veya birden fazla ameller doğarsa; bu amel veya ameller, konusunun esası üzerine incelenir. Diğer bir ifadeyle konuları incelemeye ve araştırmaya muhtaç olan hareket ve amellerde görüş, konuda muayyen bir fikre ulaştığından, bu fikre göre hareket edip etmemek veya bu hareketin uygulandığı duruma göredir. Yani "rey, harp ve hile" kabilindeki işlerde geçerlidir. Fikre delalet eden bu gibi mevzularda çoğunluk tarafının görüşü değil, doğru tarafın görüşü tercih edilir. Mesela: ümmeti kalkındırmak için fikri seviyeyi mi, yoksa iktisadi seviyeyi mi yükseltmek icabeder? Veya, Ebu Bekir (r.a.) devrinde olan ridde harpleri gibi harpler şer'î hükümleri reddetmek mi, yoksa mücerret silahlı bir isyan mı sayılır? Yahut da Ali'nin (r.a.) halife olduğu zaman valileri azil veya yerinde bırakma hususunda giriştiği işler gibi.. Veya Muaviye'yi Şam vilayetinden derhal azletmek veyahut da Hilâfet’i tam manasıyla eline aldıktan sonra azletmek hususunda tuttuğu hareket tarzı. Veya Ali'ye (r.a.) karşı Mushafların mızraklarla kaldırılması, Kuran-ı hakem kılma mı, değil mi, yoksa hile mi? Mesela, Osmanlı Devleti’nin İstanbul-Bağdat Demiryolunu, Alman şirketlerine mi veya Belçika şirketlerine mi inşa ettirmeyi seçmesinde olduğu gibi.. İngiltere'nin 1962 de "Ortak Pazar"a girecek mi, girmeyecek mi; bu pazara girmesiyle beraber devletler arası merkezi itibarını muhafaza edebilecek mi; yahut girişi ona Avrupa'da şerefini muhafaza ettirecek mi veyahut siyasî ve iktisadî zararlar mı getirecek? Mısır’da servetin artırılması ağır sanayi ile mi, yoksa Asuvan barajının inşasıyla mı mümkün olacak? Veyahut Türkiye kendi bütçesiyle nükleer silahlar edinebilir mi? bunun için haricî bir yardım mı gerekir? Veya Osmanlı Devleti’nde öğretimin takviyesi gibi ki; bu mekteplerin adedini çoğaltmakla mı, yoksa programın ıslahıyla mı mümkündür? Bu tür hususlarda; konusu "düşünme ve incelemeye" dayanan konularda çoğunluğun fikri değil, doğru olan tercih edilir. Buna delil; Rasul (s.a.v.) Bedir'e en yakın suyun yanına inince Müslümanlar da onunla birlikte inmişlerdi. Habbab İbnul Munzır harbe münasip yerleri iyi bildiği için bu konaklamaya razı olmadı. Rasule; "Ya Rasulullah sen buraya vahiyle mi indin. Eğer vahiyle indiysen biz buradan ne ileriye, ne de geriye gidemeyiz. Harp bakımından elverişli bulunduğundan veya harp hilesi olarak mı?" dedi. Rasul (s.a.v.); "Rey, harp ve hile bakımından elverişli olduğu için indim." dedi. Habbab "Ya Rasulullah burası münasip değil." dedi. Başka bir yer gösterdi. Rasulullah ve ashabı vakit geçirmeden onun fikrine tabi oldular.

Bu hadîste Peygamber kendi fikrini bıraktı. Müslümanların fikrine de baş vurmadan doğruyu aldı. Ve "Rey, harp ve hile" dediği mevzuda tek kişinin görüşü ile iktifa ederek doğruya tabi oldu. Bir kişinin söylemesine rağmen onunla yetindi. Müslümanları da onu yapmakla sorumlu tuttu. Bundan anlaşıldığına göre doğruyu da tayin eden halifedir. Doğru tercih edilir, çoğunluğun tuttuğu taraf değil. Zira Bedir'de doğruyu belirleyen Rasul sıfatıyla değil de, Devlet Reisi sıfatı ile olmuştur.

Bir konuda bir fikri gösteren görüşe misal: İhtisas/ uzmanlık sahiplerinin kendi mevzularındaki fikirleridir. Zira bu mevzu tecrübeye, düşünmeye ve kavramağa muhtaçtır. Habbab'ın harb ve stratejik bilgisi dolayısıyla, fikrinin kabul edilmesi gibi. Şer’î olmayan tanımlamalarda bunun gibi olur. Zira onları Öğrenmek düşünmeye ve incelemeye, muhtaçtır.

c-) Çoğunluğun görüşünün benimsendiği konular, incelemeye ve tefekküre ihtiyaç göstermeyen işlerdir.

Halife seçiminde filan mı, yoksa filan mı olsun? Veya bir olay için iki hakemin tayininde filan mı tayin edilsin, yoksa filan mı diye halkın görüşüne başvurmamız gibi. Veyahut bayındırlık işlerinde olduğu gibi, ihtiyacın önceliğine göre mektep mi, yoksa hastane mi yapılsın? Veya çiftçilere yapılacak yardımlar gibi ki, bu yardım nakit mi olsun, yoksa alet, tohumluk ve gübre mi dağıtılsın? vs. gibi muhtelif fikirlerdir. Bunlar gibi işlerde "ihtisas istemeyen meselelerde" devletin ve Devlet Reisinin halkın çoğunluğun fikrine tabi olması lazımdır. Buna delil; Nebi (s.a.v.) doğruyu bilmekle beraber Uhud Gazvesinde çoğunluğun fikrine uyarak Medine'nin dışına çıkmasıdır. Bu meselede sahabenin büyükleri de dahil Peygamberle "çıkmamakta" hemfikirdiler. Bu meselede ve bu dal da kendi benzerlerinde, çoğunluğun fikrine tabi olmanın esas olduğu görülür.

Bazıları, konusu ihtisas isteyen bir mesele ile ihtisas istemeyen bir meseleyi birbirine karıştırabilir. Lakin, her iki meselenin delilleri dikkatle incelendiğinde aradaki fark gayet açık olarak görünür. Rasul (s.a.v.), Bedir'de Habbab'ın sorusuna "Bu bir fikir ve hile" diyerek cevap verdi. Bununla, harpte bir yerde karargah kurmanın, fikir sahiplerine müracaat edilecek, ihtisası gerektirecek işlerden olduğunu; uyanık davranarak hazırlanmak icabeden kaidelerde de durumun böyle olduğu, mesajını veriyordu. Uhud harbinde ise Rasul (s.a.v.) Müslümanlara şöyle demişti: "Onları yerlerinde oldukları gibi bırakırsanız en fena şartlarla otururlar. Eğer şehre girecek olurlarsa onlarla savaşırız."

Bazı Müslümanlar ise; "Ya Rasulullah bizi düşmanlarımızın karşısına çıkar, bizi korkak ve zayıf bulmasınlar." demişlerdi. Abdullah İbni Ubeyy Selul ise; "Ya Rasulullah şehirde kalalım. Düşmanlara karşı çıkmayalım. Allah'a and olsun ki ne zaman düşmanla dövüşmek için şehrin dışına çıktıksa düşman bize galip geldi. Şehrin içine düşman girdiği zamanlar ise galip geldik. Onları kendi başlarına bırakırsak kötü şartlarla otururlar. Şehre girecek olurlarsa adamlarınız onlarla dövüşür. Kadınlar ve çocuklar ise üzerlerine taş atar. Döner, elleri boş olarak giderler." dedi.

Burada mesele şehrin haricine çıkıp çıkmamakta idi. Harp sahası meselesinde değildi. Yani mesele, "şehirde kalıp, orada mı; yoksa dışarıya çıkıp Uhud Dağına sırtlarını vererek mi" harb edecekleri meselesi değildi. Aksine mesele, "düşmanla karşılaşıp harp edelim mi, yoksa onları kendi kendilerine mi bırakalım; şehre girerler ve bizimle harp edecek olurlarsa savaşırız, harp etmeyecek olurlarsa bırakırız." konusunda idi. Bu sebeptendir ki daha önceki bahsi geçen hadise ile (rey, harp ve hile) bu hadise arasında, Rasul (s.a.v.)'in tasarrufu farklıdır. Aralarındaki bu farktan dolayı (birisinde Rasul (s.a.v.)'in doğru olanı kabulü, diğerinde ise çoğunluğun fikrini kabulü) ile bu iki hadise arasındaki fark anlaşılıyor. Yani birinde konu uzmanlık istiyor, diğerinde ise istemiyor. Diğer taraftan tehlikeli ve mühim işlerin anlaşılması ise mühim olmayan işlerle herkesin anlayabileceği meselelere nazaran daha fazla gayret gerektirir. İki hadise arasında mevcut olan bu ince ayrılığı anlamak mümkündür.

Buna göre İslâm’da çoğunluğun görüşü, uzmanlık istemeyen meselelerde kabul edilir. Diğer meselelerde ise, çoğunluğun fikri dikkate alınmaz. Bunu Rasul (s.a.v.)'in Ebu Bekir ile Ömer'e şu sözü teyid eder:

"Siz bir meşverette ittifak ettiğinizde ben size muhalefet etmem." Kaynak

Bu çoğunluğun görüşünün tercih edilebileceğine delildir. Fakat bu ittifak meşveret ile mukayyet kalmıştır. "Size muhalefet etmezdim" sözü Hudeybiye'de muhalefete ve Bedir'de Habbab İbnul Mumzir'in fikrini kabule mecbur tutmasıyla karşılaştırılınca, meşveret anında ittifak ettiklerinde onlara tabi olacağını gösterir. Bu ise vahiy ve harp meselelerinin haricindedir. Bu gösteriyor ki, çoğunluğun görüşüne şer'î hükümlerden, harpten, hileden başka mevzularda tabi olunur. Böylece İslâm demokrasiye aykırı olarak görünür.

6- Demokraside bazı şahıslar dokunulmazlık haklarına sahiptirler. Kanun onları himaye eder ve bu sebeple devletin kanunu onlara bir şey yapamaz. Devlet Reisi ve Parlamento üyelerinde olduğu gibi. Devlet Reisi bir suç işlediği zaman dokunulmazlığından dolayı yargılanamaz ve kanuna tabi olmaz. Bunun gibi Parlamento üyelerinden biri, meclisin açık olduğu zamanda bir suç işlerse yargılanamaz. Dokunulmazlığı kalkıncaya kadar kanun ona tatbik edilemez. İslâm’da ise devletin tabiiyetinde olanlardan hiç birinin dokunulmazlığı yoktur. Devlet Reisi de bir suç işlediğinde her hangi bir şahıs gibi yargılanarak kanun ona uygulanır. Şura, üyeleri de bunun gibi her hangi bir şahıs sayılırlar. Yalnız Devlet Reisinin itham edildiği suç yönetim işleriyle ilgili olmazsa hakimin huzurunda yargılanır. Yönetici, vazifelerine ait bir suçla itham edildiği zaman "Mezalim" mahkemesi huzurunda yargılanır. İslâm Devleti’nde dışarıdan gelen elçilerden (yani diplomatik heyetlerden) başka hiç bir kimse kanun karşısında mutlak dokunulmazlığa sahip değildir. Diplomatik temsilcilere ise yalnız diplomasi dokunulmazlığı hakkı vardır. Başkalarına ise diplomasi dokunulmazlığı yoktur.

Demokrasideki Genel Hürriyetler, İslâm’la Çelişmektedir

7- Demokrasi nizamında genel hürriyetler denilen şey vardır. Bunlar; ferdî hürriyet, mülk hürriyeti, inanç hürriyeti, fikir hürriyeti gibi hürriyetlerdir. Herkes dilediğini yapar. Zinadan dolayı bir ceza verilmez. Eğer bir şahsa zinadan dolayı ceza verilecek olursa bu onun şahsî hürriyetine müdahaledir. Herkes istediği şekilde kumarla, ihtikarla, hileyle istediğini edinebilir. Herkes istediği inancı benimseyebilir. İstediği fikri savunur. İslâm ise, aksine bir yol tutar. İslâm’da hareketler başıboş değildir. Şer’î hükümler Müslüman'ın hareketlerini kontrol altına alır. Her Müslüman'ın hareketleri şeriatın kontrolü altında olmalıdır. Müslümanlar şer'î hükümlere göre hareket ederler. İslâm’da genel hürriyetler diye bir şey yoktur. Şahsî hürriyet de mevcut değildir. Zina eden kadın ve erkekten her biri ya recm edilir veya had cezasına çarptırılır. Mülk hürriyeti diye bir şey yoktur. Batıl akidlerle veyahut kumar gibi şeylerle mal kazanılmaz. Şeriatın haram saydığı yollarla mal sahip olunması caiz değildir. Bunun gibi inanç hürriyeti de yoktur. Bir Müslüman irtibat edip tövbe etmezse öldürülür. Fikir hürriyetine gelince: İslâm küfrü mucip olmadıkça ferdi, istediği fikri söylemekte serbest bırakmıştır. Her yerde ve her anda hakikati söylemeyi vacip kılmıştır. Ubade İbni Samit'in Rasul (s.a.v.)'e biatlarına dair naklettiği hadiste şöyle der: "Rasul bize nerede bulunursak bulunalım Allah için hiç bir kimseden çekinmeyerek daima hakikati söylememizi istedi ve buna biat ettik."

Ayrıca fikirle yöneticilere karşı çıkmayı, vazifelerinden dolayı yöneticileri hesaba çekmeyi de farz kılmıştır. Resul (s.a.v.) bir hadisinde şöyle der: "Şehitlerin efendisi, Hamza ve zalim bir yöneticiye nasihatte bulunduğundan dolayı o imam tarafından öldürülen kimsedir."

Bu bir fikir hürriyeti değil, şer'î hükümler ile bağlı bulunmaktır ki, bazı durumlarda fikrini beyan etmenin mubah, bazı anlarda da vacip olduğunu belirtir. Bunun için İslâm genel hürriyetler mevzuunda demokrasiye muhaliftir. İslâm’da köleyi kölelikten azad etmek manasına gelen hürriyetten başka bir hürriyet yoktur.

İşte bu yedi nokta ile İslâmiyet'in demokrasi ile tam bir çelişki içinde olduğu apaçıktır. Demokrasinin hükümleri başka bir şey, İslâm’ın hükümleri başka bir şeydir. İkisi arasında açık bir aykırılık vardır. Bariz bir şekilde birbirlerinden farklıdırlar. Demokrasi İslâm’dan başka bir şeydir.

"İslâm’a muhalif olmayan ve aleyhinde bir nass varid olmayan meseleleri kabul etmenin mubah olduğu" fikri esasen batıl bir fikirdir. Delillerin incelenmesinden anlaşılıyor ki şeriatın getirmediği herhangi bir hükmü kabul küfrün hükmünü kabuldür. Zira bu hareket Allah'ın indirdiğinden başka bir hükmü almaktır. Allah-u Teala’nın şu sözü:

"Hayır! Rabbına yemin olsun ki, onlar aralarındaki anlaşmazlıkta seni hakem kılmadıkça hakikaten iman etmiş sayılmazlar." Nisa: 65

Ve Peygamber (s.a.v.)’in şu sözü: "Dinin ihtiva etmediği her amel red olunur."

Bunun gibi zikredilen delillerde açık bir şekilde nehyedilmekle, şeriattan başka bir şeyi hakem kılmaktan bizi nehyetmiştir. Allah Teala, indirmediği hükümden başka bir hükmü kabulden açıkça nehyetmiştir. Peygambere Allah (c.c.) şöyle buyurdu:

"Onların arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmedesin/yönetesin diye." Maide: 49

Ayrıca Allah (c.c.) şöyle buyurdu:

"Allah'ın sana indirdiği bazı şeylerden Onların seni sapıtmalarından kaçınmalısın." Maide: 49

Allah'u zül-Celal, Kendisinin indirdiğinden başka bir şeyle hükmedeni de teşhir ediyor ve şöyle buyuruyor:

"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir." Maide: 44

"Onlar asıl zalimlerdir." Maide: 45

"Onlar asıl fasıklardır." Maide: 47

Bunlar, Allah'ın indirdiğine bağlanıp, yalnız onunla hükmetmekten/yönetmekten; ondan başkasını ise almaktan, katî bir şekilde men etmek hususunda şiddetli gayret gösterilmesine ait delilerdendir. Bundan anlaşıldığına göre demokrasinin hükümlerini ve Batı kanunlarını almak yalnız bir hata değil, küfrün hükmünü kabuldür. Şeriata uysun uymasın bu haramdır. Bir şahıs şeriat olduğunu nazarı itibara almaksızın, bir hükmü kabul etse bu kabulü yine haramdır. Bunun için Müslümanların bu gün Batı kanunlarına uygun olarak muamelelerinde kullandıkları kanunla, İslâm’a uygun veya muhalif olsun, hareket etmek haramdır. Çünkü şer’î hükümler olması itibariyle alınmamışlardır. Hatta bir adam bir evi, bir otomobili, bir hizmetçiyi, Batı kanunlarına göre kiralarsa, bu kira küfür hükmü üzerinedir. Bu kiraladığı şeyler ister kanuna uygun olsun ister olmasın, şer’î hükme göre kiralarsa helaldir.